oguz sad
Ziyaretçi
|
 |
« Yanıtla #8 : 16 Ağustos 2010, 16:37:29 » |
|
Osmanlı Devleti'ni kuran başlangıcından sonuna kadar her türlü zahmetini, eziyetini çekip, uğruna can verip kan akıtarak, her türlü maddi ve manevi fedakarlıklarla asırlarca onu omuzlarında taşıyan, zaferlerin gerçek sahibi, yenilgi ve hicranlı günlerin masum ve mazlum tebaası öz be öz Türk halkıdır. Ne var ki, aynı sözleri padişahların büyük çoğunluğunun, sadrazamların, vezir, ümare ve ulemanın, saray ve enderun aristokrasisinin, kapıkulu tarifesinin pek büyük çoğunlukları için söylememiz mümkün değildir. Bu tanıma giren zümreye hiçbir gün ve Türklük ruhu ve mensubiyet duygusu belirmemiş, ifade olunmamıştır. Özellikle Fatih'ten sonra ben Türk'üm diyen bir padişah sesi duyulmamıştır. Bu aristokrat zümre Türk halkını yalnız can, kan ve mal vergileri için hatırlamışlar, onun dışında Türk olmayı bir hareket, aşağılama, utanç vesilesi saymışlardır. Osmanlı idaresinde Türk halkı, bir millet ruhu ve şuuru ile beslenmemiş, Araplar'ın imtiyazlı bulunduğu bir ümmet kişiliksizliğinde eriyip gitmiştir.
Yavuz Sultan Selim'in Halifeliği devraldığı 1517'den itibaren Araplar, Osmanlı hayatı boyunca Arapların bu üstün ve gözde durumları devam etmiştir. Abdülhamit, geleneksel Osmanlı zihniyet ve siyasetini daha da belirgin bir hale getirerek, Araplara son derece yakınlık gösteren ve güven duyan bir tutum göstermiştir. Sadaret makamına getirdiği Tunuslu Hayrettin Paşa Arap olmamakla beraber, Arap kültürüyle yetiştiği için Türkçe bilmezdi. Saraydan kendisine yazılan yazılar Arapça yazılır, Türkçe'ye tercüme edilirdi. Devletin resmi dilinin bile Arapça'ya çevrilmesi düşünülmüş, mukavemet görülünce vazgeçilmişti. Devlet yıllıklarında İmparatorluğun vilayetlerinin sıralanmasında Edirne ilinden başlanılmakta iken, Abdülhamit, Hicaz vilayetleri sayıldıktan sonra diğerine geçilmişti. Arap vilayetleri, birinci sınıf vilayetler sayılmış, bunların valilerine diğerlerinden farklı ve daha fazla maaş verilmiştir.
Kadın Sultanlar Bile Türk Değildir. Bu konuda Hüsnü Merdanoğlu'nun, Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği adlı eserinde yazdıkları çok ilginç: Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti. Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan derlemede, 'Türk iti şehre gelince farisice ürür.' denilmektedir.
Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise
"Tanrı, Türk'e İrfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir.
Divan-ı Hümayün yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında şiirinde; "Baban da olsa Türk'ü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıtasını yineleyelim:
Sakın Türk'ü insan sanma Bin an bile olsa Türk'le birlikte olma Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur. Türk'ü öldür.
Fatih Sultan Mehmet bile, Otlukbeli Savaşı'ndan dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda öldürülen Türkmenler'in kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve işine devam et demiştir.
Kuyucu Murat Paşa: "Vurun Şu Pis Türk'ün Başını"
Hırvat kökenli Sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde, 155 bin insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuştur. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa'nın yanıtı; "Vurun şu pis Türk'ün başını" olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından indirerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın yetkilisi, öldürülen çocukta Anadolu'nun evladı Türk'tür. Osmanlı tarihçisi Naima Tarihinde Türkler için "nadan" yani kaba Türk , idraksiz Türk, hilekar Türk ifadesini kullanmaktadır.
1912 yılında Sebüreşat Dergisinde çıkan bir yazıda " Türk" kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyordu. "Türk Hükümeti, Türk Ordusu, Türk Ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.
1913 tarihli " Mecmuai Ebuzziya" Dergisi'nin 94. sayısında: "Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler, yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız" denilmektedir.
Üniversitede profesörlük de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı "İslamda Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türk'e karşı savaş açmış ve "Türk'ün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir" demiştir.
1919 - 1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri efendi ise, Türk'e Türklük benliğini vermek isteyenlere "soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur. İstanbul alındıktan sonra Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yargı yürütme organları Türk'e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları'na Türkler alınmamışlardır. Türk, Kaba ve Yabani Demekti
Osmanlı'da yaşayanların genel anlatımı şudur: Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti. İslam Ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz; "din ve milliyet bir olduğunu öğrenmekti." Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal'i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyette duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında sıraya girer, Padişahım çok yaşa diye bağırırdık. Beyoğlu'nda bir İstanbullu Türk yerliliğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçe'den başka dille konuşmayınca ancak tenezzül eder. Yan sokaklardan bazıları adları Fransızca yazılmıştır. 'Büyük Klüp'ün adı; Cerlced Orient'tir. Dili Fransızcadır. Karşı Türkler'inde Türkçe konuştukları pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi Batılı ile, bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan bir alafrangadır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç göbek öncesi Anadolu'nun bir kasaba veya köyünden çıkan bu Türkler, saraya yahut Bab-ı Ali'ye çıkınca ilk işleri soylarını, soyadlarını unutmak olur. Okullarda Arab'a Arap, Arnavut'a Arnavut, Rum'a Rum fakat kendimize Osmanlı derdik.
Ziya Gökalp "Türkçülüğün Esasları" adlı eserinde şu bilgileri veriyor:
Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona "Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme. Milli bir ad istediğin dakika Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasına sebep olursun" demişlerdi. Zavallı Türk vatanımı kaybederim korkusu ile, vallahi Türk değilim. Osmanlılık'tan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim demeye mecbur edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri siyasi dairesine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime ( egemen ulus ) suretinde görür, idare ettiği Türkler'e millet-i mahkure (aşağı ulus ) nazarı ile bakardı. Osmanlı Türk'e daima 'Eşek Türk' derdi. Türkler arasında Kızılbaşlığın ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla izah olunabilir. O tarihteki halk şeyhleri, Türkler'in o zamandaki ezilmişliğini, vaktiyle Ehl-i Beyt'in uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı.
Şair Fuzuli, bir şiirin son beytinde şöyle diyor:
Fuzuli, gökten yere insen sana yer yok Yürü var gel, ya Arap'tan ya Acem'den
"Türk'den de Paşa olur mu?" Ahmet Vefik Paşa ( 1825 - 1891 ) Bursa valisi iken ( 1880 ) ilçelerine teftişe çıkar.
Bursa o zaman İmparatorluğun türlü yörelerinden gelmiş olan göçmenlerin iskan edildiği bir bölgedir. Paşa uğradığı bir ilçede, sohbet ederken etnik kökenleri soruyor, aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduğunu gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, üsteleyerek, hangi milletten olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o bir kabahatı ifşa edermiş gibi ürkek, titrek bir sesle "Ben Türk'üm efendim" diyor. Bunun üzerine Paşa, " Niçin sıkılıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türk'üm diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, "Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk'ten Paşa da oluyormuş, padişah da Türk, Padişah" diye haykırıyormuş. Sonra, İmparatorluğun iki dertli ihtiyarı sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak, sarılıp, Türk'ün hazin kaderi için ağlaşırlar...
Mustafa kemal Atatürk Türklük şuurunun şekillenmesinde önemli sayılacak hatırasını şöyle anlatmaktadır:
Şair Mehmet emin Yurdakul'un ilk defa Manastır askeri İdadisi'nde "Ben Türküm. Dinim, cinsim uludur" mısra ile başlayan manzumesinde, bana ilk gençliğimin gururunu tattıran, ilk manayı bulmuştum. Fakat ben asıl, orduya ilk katıldığım günlerde bir Arap binbaşının "Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötülük yaparsın" diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunu iki damla göz yaşlarında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim esen kaynağım, erdemim övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fehrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildi.
|