Erlik Tanrıöğen
Ziyaretçi
|
 |
« Yanıtla #1 : 05 Mayıs 2014, 19:45:20 » |
|
Arafatlı Yıllar ve İlk Barış Çabaları
Arafat, El Fetih’in yanı sıra Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı diğer grupların da liderliğini üstlendiği ilk yıllarda İsrail’den çok iç sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Aşırı sol grupların Ürdün ve Lübnan’da neden olduğu sorunlarla Münih’te giriştiği eylem dünya kamuoyunun yoğun tepkisine neden olmuştur. Dünya kamuoyunda edinilen meşru görüntüyü, Filistin halkının tepkisini çekmeden korumak için yoğun çabalar harcayan Arafat, bir yandan da uluslararası güçleri kendi yönetiminde dengelemeye çalışmıştır. El Karameh zaferinden sonra Ürdün’de güçlenerek sayılarını artıran FKÖ’ye bağlı gruplar burada yerel otorite ile çatışma durumuna gelmişlerdir. Genelde aşırı sol grupların başına buyruk tavırları yol kesip vergi almaya kadar varınca Ürdün Kralı Hüseyin bunlara karşı bir takım önlemlere girişmiştir. Bu önlemler yeterli olmadığı gibi 1970 Eylülünde FHKC’ne bağlı bir grup beş uçağı kaçırarak bunları Ürdün’ün başkentine yakın bir yerde yakmıştır. Bütün Arap Dünyası’nın ve ABD’nin tepkisini çeken bu olayın ardından Arafat uçak kaçırmaları kınayarak FHKC’nin eylemlerini bir süreliğine askıya aldığını açıklamıştır. Ürdün’deki olaylar buna rağmen dinmeyince ve Arap devletlerinin arabuluculuğu da işe yaramayınca Kral Hüseyin direnişçi gruplara saldırma kararı almıştır. Arafat’ın başında bulunduğu Filistin Kurtuluş Ordusu bu çatışmalarda ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmıştır. Bu olay ABD’nin FKÖ içerisindeki sol gruplara ilk tepkisini ortaya çıkarmış ve FHKC’nin daha da radikalize olmasına neden olmuştur. Aynı yıllarda benzer bir şekilde Lübnan’da da FKÖ’ye bağlı çeşitli gruplar barınmaktaydı. O dönem Lübnan’daki otorite boşluğundan yararlanarak FKÖ güvencesi altında bölgede bulunan çoğu sol örgüt gibi Filistin kaynaklı olan Kara Eylül örgütü de etkinlik merkezi olarak burayı seçmişti. 1972’de Viyana’ya giden bir uçağı kaçırarak İsrail’deki Ben Gurion Havaalanı’na indiren örgüt bu uçaktaki yirmi dört sivili Japon Kızıl Ordusu ile yaptığı ortak eylemde öldürerek adını hatırlatmıştır. Yine aynı örgüt 1972 Münih Olimpiyat Oyunları’na katılacak on bir İsrailli sporcuyu da öldürünce gelen tepkilerden endişe duyan Arafat 1973’te Kara Eylül’ün faaliyetlerini yasakladığını açıklamıştır. Aynı açıklamada FKÖ’nün geriye kalanındansa Batı Şeria ve Gazze Şeridi dışında şiddet eylemleri yapılmamasını istiyordu. 1974’te Filistin Ulusal Konseyi İsrail’le bir uzlaşma taslağı ortaya koymuştur. Buna göre, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’den çekilmesi durumunda barışın sağlanacağı öngörülmüştür. Bu durumun İsrail’in tanınması demek olduğunu savunan FHKC ve FDHKC gibi örgütler red cephesi oluşturmuşlardır. Ancak aynı yıl toplanan Arap Birliği Arafat’ı ve FKÖ’yü ‘’Filistin halkının tek yasal temsilcisi’’ kabul ederek ona olan inancını ilan etmiştir. Arafat, 13 Kasım 1974’te bir hükümet temsilcisi olmadığı halde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşma yapan ilk kişi olurken Siyonizm’i kınayarak yaptığı barış çağrısı ile dünya kamuoyunun tekrar dikkatini çekmiştir. Her zaman meşru olmanın verdiği mücadeleye yarar sağlayacağına inanan Arafat bu nedenle bir yıl sonra baş gösteren Lübnan İç Savaşı’na katılmaktan çekinse de FKÖ içindeki bazı grupların (FHKC gibi) baskıları nedeniyle Filistinli mültecilerin yüzde 35’ini oluşturduğu Lübnan’daki savaşa dahil olmak zorunda kalmıştır. Sosyalist Lübnan Ulusal Hareketi’nin yanında katıldığı savaşta zor durumda kalan Arafat ABD’nin arabuluculuğunda Tunus’a sürgün edilmesi karşılığında savaştan çekilebilmiştir. Uzun süren savaş boyunca yıpranan ve çalışmalarını sürdürebilmesi için gereken bağışları bir süre alamayan FKÖ, 1993’e kadar Tunus merkezli olarak kalmıştır. 1988’in sonlarında FKÖ, bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etmiştir. Aynı yıl Arafat BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı ünlü kararını kabul ederek 1949 ateşkes sınırları içinde bir İsrail Devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin Devleti şeklinde iki devletli bir çözümü makul bulmuştur. Bu FKÖ’ye bağlı bütün grupların kabul ettiği İsrail’in tamamen ortadan kaldırılması şeklindeki görüşe aykırı bulunarak gruplar arasındaki gerilimin daha da artmasına neden olmuştur. Buna rağmen Filistin Ulusal Konseyi 1989’da Arafat’ı yeni Filistin Devleti’nin başkanı ve temsilcisi olarak seçmiştir. Artık herkes tarafından başlaması beklenen barış görüşmeleri Soğuk Savaş şartları sona ermeye başladığından başarılı olamayacaktı. 1990’daki Körfez Savaşı, Filistin İsrail ilişkilerinde yeni bir dönem ve anlayışın habercisi olmuştu. İran Irak savaşı sona erdikten sonra Saddam Hüseyin, Kuveyt’in Irak’a ait petrollerden haksız kazanç elde ettiği gerekçesiyle Ağustos 1990’da bu ülkeyi işgal etmiştir. Çok önemli petrol kaynakları bulunan Kuveyt’i ‘’Irak’ın 19. vilayeti’’ ilan ettikten sonra başta Suudi Arabistan olmak üzere küresel petrol piyasalarında payı bulunan ülkeler bu işgali protesto etmişlerdir. Saddam rejimi bu işgalde ısrar edince başta ABD, Fransa, Mısır ve Suudi Arabistan’ın bulunduğu 28 devletli bir koalisyon Irak’ı bir müdahale ile mağlubiyete uğratarak 1991 yılında Kuveyt’in yeniden bağımsız olmasını sağlamıştır. Bu savaş süresince Arafat, Irak’ın yanında olduğunu açıklayarak herkesi şaşkınlığa uğratmıştır. Savaş sonunda yanlış ata oynamış olan Arafat, Batı kamuoyunda oluşturduğu barışsever imajıyla Suudi Arabistan ve Mısır gibi devletlerden gördüğü desteği yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Üstelik bu destek ileride FKÖ’nün sert bir mücadeleye gireceği Hamas’a yönelerek Filistin direnişindeki bölünmüşlüğün artmasına neden olmuştur. Ortadoğu’da Değişen Dengeler ve Hamas’ın Doğuşu
Mısır’da Nasır iktidarı sona erdikten sonra göreve gelen Enver Sedat, 1973 Arap İsrail Savaşı’na kadar eski dostu Nasır’a benzer bir siyaset gütmüştür. 1973 yılında dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’la beraber İsrail’e saldıran Mısır, ABD’nin yoğun desteği karşısında Yom Kippur adıyla da bilinen bu savaştan başarısızlıkla ayrılmıştır. Enver Sedat, savaş süresince Sovyetler’den beklediği desteği alamadığı için uzun süredir iki ülke arasında devam eden stratejik ortaklığı askıya almıştır. 1977 yılında, İsrail’e gidip herkesi şaşırtan bir hamleyle dört yıl önce savaş açtığı devletin parlamentosunda konuşma yaparak İsrail’i tanımıştır. 1978 yılında ABD’nin öncülüğünde yine İsrail’le Camp David Sözleşmesi’ni imzalayarak barış antlaşmasına temel hazırlamıştır. Bu antlaşmadan yalnızca üç yıl sonra Müslüman Kardeşler tarafından uğradığı bir silahlı saldırıda hayatını kaybeden Sedat döneminde Sovyetler Ortadoğu’daki en önemli müttefikini ve buna bağlı olarak etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Körfez Savaşı’ndan sonra FKÖ yerine İslamî cemaate yönelen Arap sermayesi, 1979 İran Devrimi’nin etkileriyle birleşince Birinci İntifada’dan kısa bir süre önce 1987’de Müslüman Kardeşler’in Filistin Teşkilatı olarak İslami Direniş Örgütü Gazze’de kurulmuştur. Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz El Rantisi tarafından kurulan örgüt kısa adı olan Hamas olarak tanınıp kısa sürede geniş halk kitlelerinden destekçi bulmuştur. Başlangıçta doğrudan İran desteği almış olsa da zamanla Müslüman Kardeşler’le olan bağını koparmayan örgüt bu desteğini İslami Cihad adlı benzer yapıdaki bir örgüte kaptırmıştır. Müslüman Kardeşler’in genel yapısında olduğu gibi sosyal bağları çok güçlü olan Hamas, örgütlü milis güçleri ve siyasi partisinin yanı sıra bir sivil toplum örgütü gibi faaliyetler de göstermektedir. Halkın içinden geldiği iddiasında bulunan örgüt bayındırlık faaliyetlerinde de bulunarak halkın desteğini kazanmıştır. 1988’de Arafat’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul etmesine gösterdiği tepki ile muhalif bir yapıya bürünmüş ve El Fetih’in mücadeledeki başarısızlığını bozulmuş ve batı desteği almış olmasına bağlamışlardır. 18 Aralık 1988 tarihli bir beyannamede bölgedeki batılı devletlerin ve laikliğin reddi ile özgür bir İslam devleti kurma konusundaki kararlılığı dile getirmiş, İsrail’i tanımanın değil yok etmenin çözüm sağlayacağını belirtmişlerdir. Birinci İntifada tecrübesi, topyekûn direniş konusunda Hamas’a önemli veriler sağlamıştır. Hamas’ın teorisyenleri sokak savaşı yöntemlerini 1987’de başlayan olaylarda test etme imkanı bularak eylemlerinin genel yapısını belirlemişlerdir. El Fetih grubu başta meşruiyet kaygılarıyla intifadayı kontrol altında tutmaya çalışsa da 1988’de Halil El Vezir’in Tunus’ta öldürülmesinin ardından genel kontrolü tamamen red cephesine bırakmıştır. İntifada sona erdiğinde Filistin meselesinin bilinirliği ve direnişçi grupların özgüveni artmıştır. Barış çabaları bu dönemden sonra yoğunluk kazanmış barışın ancak İsrail ve Filistin tarafları arasında yapılabileceği fikri hâkim olmaya başlamıştır. Ancak Filistin tarafında olumsuzluk hanesine yazılabilecek en önemli durum El Fetih ve Hamas arasında tırmanan gerilimin neden olduğu belirsizlik halidir. 1990’dan itibaren Oslo’da El Fetih yönetimi ile İsrailli yöneticiler birtakım gizli görüşmeler gerçekleştirmişlerdir. Bu görüşmelerde dönemin İsrail başbakanı ve ılımlı bir lider olan İzak Rabin, Arafat’a, şiddet eylemlerini kınaması ve İsrail’i resmi olarak tanıması karşılığında meşru temsilci olarak Filistin Ulusal Konseyi’ni tanıyacağını söylemişti. Bu şartlar sağlandıktan sonra 1993 yılında Oslo İlkeler Antlaşması olarak kabul edilen şartlar gereği Batı Şeria ve Gazze’nin bazı bölgeleri Filistin’e bırakılacak ve Filistin hükümetine bağlı güvenlik güçleri buralarda bulunabilecekti. Antlaşmanın tarafları bu görüşmeler nedeniyle Nobel Barış Ödülü almış olsalar da İsrail ve Filistin’deki aşırı gruplar rahatsızlıklarını bildiriyorlardı. İki taraf da kendi liderlerini taviz vermekle suçlamışlardır. Nitekim İzak Rabin 1995’te İsrail’de Ortodoks bir militan tarafından öldürülmüştür. O dönemde mali sıkıntılar yaşayan El Fetih yönetimiyse Batı Şeria ve Gazze’de anlaşmada bahsedilen kurumsallaşmaları sağlayamamıştır. El Fetih artan mali kriz sonrası iflas durumuna gelmiş olsa da Arafat tarafından güçlendirilen bürokrasi 1996 seçimlerine kadar durumu idare edebilmiştir. 1996 seçimlerine Hamas ve diğer muhalif örgütler katılmayınca Arafat yeniden Filistin Ulusal Konseyi başkanı olmuştur. Aynı yıl İsrail’de yapılan seçimlerde başbakanlığa seçilen Netanyahu döneminde ise barış havası yerini yeni anlaşmazlıklara bırakmıştır. Oslo İlkeleri Antlaşması çeşitli nedenlerle büyük oranda uygulanamayınca taraflar 1998 Wye Nehri ve 2000 Camp David görüşmelerinde tekrar masaya oturmuşlardır. İsrail’in genellikle Kudüs’ü elinde tutma şartıyla sunduğu anlaşmalar Arafat tarafından kabul edilemez görülmüştür. Arafat liderliğinde en son Ocak 2001’de başlayan görüşmeler, muhalif direniş gruplarının İsrail’e yaptığı intihar saldırıları ve Ariel Şaron’un kışkırtmalarıyla başlayan İkinci İntifada süreci nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Ariel Şaron ile George Bush’un beraber yürüttüğü müzakerelerde Arafat hep barışın önünde bir engel olarak görüldüğünden yeni bir yüze ihtiyaç duyularak Mahmud Abbas’ın yetkilendirilmesi yönünde baskılar kurulmaya başlanmıştır. Mahmud Abbas Dönemi ve Çatışmaya Dönüşen Gerilim
Batı tarafından ılımlı ve uzlaşmacı olarak tanınsa da Filistinli grupların hep şüphe ile yaklaştığı Mahmud Abbas, 1961’de Katar’daki tanışmalarından sonra Arafat’ın en yakınındaki kişilerden biri olmuştur. Baştan beri iki devletli çözüm üzerinde dursa da Arafat’la ilk kez Oslo Görüşmeleri sürecinde görünür fikir ayrılıklarına düşmüştür. Abbas; Ariel Şaron ve Bush tarafından yapılan baskılar sonucu Arafat tarafından Mart 2003’te oluşturulan Özerk Filistin Yönetimi başbakanlığına atanmıştır. 29 Nisan 2003’te güvenoyu alan Abbas yönetimi, 30 Nisan’da ABD, Rusya, İngiltere ve BM’den oluşan ‘’Dörtlü’’ adlı grubun üç kademeli yol haritasını kabul etmiştir. Bu yol haritasına göre 2005’e kadar üç aşamalı bir çalışmayla iki devletli çözüm gerçekleşecekti. Aynı yol haritası 25 Mayıs tarihinde İsrail tarafında da kabul edilerek görüşmelere başlama kararı alınmıştır. Başlarda Yol Haritası’ndan memnun görünmeyen Hamas ve İslami Cihad gibi gruplar tasarının İsrail meclisinde de kabul edilmesi üzerine üç aylık ateşkes ilan etmişlerdir. Buna rağmen içinde yetiştiği El Fetih dahil bütün gruplar, İsrail’le bu kadar yakınlaştığı için Abbas’a karşı cephe alınca oluşan hoşnutsuzluk ortamı Abbas’ın El Fetih’ten istifasına kadar varmış ancak komite bu istifayı kabul etmemiştir. Aynı yılın Ağustos ayında Hamas liderinin yapılan füze saldırısı sonucu hayatını kaybetmesiyle ateşkes bozulunca 6 Eylül 2003’te barış için uygun şartların oluşmadığı gerekçesiyle istifa eden Abbas’ın yerine Ahmet Kurey atanmıştır. Yaser Arafat’ın ölümünden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine geçen Abbas, Ocak 2005’teki Hamas’ın katılmadığı seçimlerde El Fetih lideri olarak Filistin Devlet Başkanı seçilmiştir. Seçildikten sonraki ilk açıklamasında silahlı direnişin sona ereceği yönündeki açıklamasını eleştiren Hamas direnişi bitirmeyeceğini açıklamıştır. 2006 yılında yapılan erken seçimlerse ilk defa seçime katılan Hamas’ın zaferiyle sonuçlanmıştır. Batı’nın terör örgütleri listesinde yer aldığı için kabul göremeyen Hamas karşısında aldığı dış desteklerle de cesaret bulan El Fetih hala iktidarda gibi davranmayı sürdürmüştür. Suudi Arabistan’ın destekleriyle kurulan koalisyon hükümeti de uzun ömürlü olmayınca Hamas 2007 Haziranı’nda Gazze Şeridi’ndeki El Fetih ofislerini dağıtarak kendi hükümetini oluşturmuştur. Mahmud Abbas’ın görev süresinin dolduğu gerekçesiyle başkanlığını tanımayan Hamas’ın Gazze’deki; Batılı devletlerin tek meşru temsilci olarak gördükleri El Fetih’in Batı Şeria’daki hükümetleri iç çatışmalara doğru sürüklenen bir Filistin görüntüsü çizmeye başlamıştır. Arap Baharı’na kadar yer yer sıcak çatışmalara varan bu ayrılık, Hamas destekçisi ülkelerdeki rejim değişikliklerini de beraberinde getirince oluşan güvensizlik ortamında iki tarafı da güvenli bir ortak arayışına itmiştir. Zaten BM’de devlet olarak kabul edilme başvuruları başta olmak üzere çoğu görüşme talebinde her iki tarafa da temkinli yaklaşılması işleri oldukça zora soktuğundan artık bu mücadeleyle zaman kaybetmek istemeyen Hamas, FKÖ çatısı altına girmeyi kabul etmiştir. 4 Mayıs 2011’de Hamas lideri Halid Meşal ile El Fetih lideri Mahmud Abbas Kahire’de uzlaşma anlaşmasını imzalamak için Kahire’de buluşarak atmış yılı aşkın direniş tarihindeki en büyük bütünleşmeyi sağlamışlardır(Çevikalp, 2012). Sonuç
Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında İsrail Devleti kurulduğu zaman genel kanı bunun ABD’nin Ortadoğu’da yayılan Sosyalist düşüncelere karşı kendisine bir etkinlik sahası açma gayreti olduğu yönündeydi. Gerçekten de –bunda İsrail diplomasisinin etkisi yadsınamaz olsa da- kurulan İsrail Devleti’ni ilk tanıyan devletlerden biri ABD olmuştur. Zaten Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana adı hep emperyalizmle bir anılan İsrail’in bölgedeki varlığı o dönemde en çok Sosyalist Blok ülkelerini rahatsız etmiştir. Buna bağlı olarak kurulan ilk direnişçi gruplar hep dönemin sosyalist ülkelerinin desteğini almışlardır. Filistin Devleti, sosyalist örgütler için bir eğitim ve harekat merkezi haline gelmiştir. Örneğin; Japon Kızıl Ordusu adlı örgüt 1971 yılında Lübnan’da kurulmuş, Türkiye’de faaliyet gösteren silahlı sol örgüt liderlerinden Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan FHKC kamplarında eğitim görmüş, Çakal Karlos lakaplı ünlü Venezüellalı devrimci İsrail’e karşı savaşmak için Filistin’e gelmiştir. Bugün hala Kuzey Kore ve Küba İsrail’i tanımamaktadır. Dönemin en önemli Arap destekçilerinden Esad Ailesi ve Abdülnasır, yine sosyalist kökenli BAAS geleneğine bağlı aktörlerdi. Arafat döneminde direnişçi gruplar büyük oranda FKÖ içinde birleştiğinde ise, FKÖ’nün meşru kabul eksenli politikaları nedeniyle temel ayrışmalar meydana gelmiştir. Arafat hem gerilla geçmişine hem de Müslüman Kardeşler tecrübesine sahip bir lider olduğundan denge halini Körfez Savaşı’na kadar koruyabilmiş mücadele algısında önemli yol kat etmiştir. Ancak ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi ve daha çok komplo teorisyenlerince dillendirilen Filistin direnişini bölme gayretleri zamanla İslami grupları desteklemeye yöneltmiştir. Arap sermayesinin yöneliminin üstüne Sovyetler’in dağılması da eklenince ünlü Filistinli kadın gerilla Leyla Halid’in deyimiyle ‘’Filistin öksüz kalmıştır.’' Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın nispeten daha rahat hareket imkanı bulduğu tarihlerde kurulan Hamas, işte böyle şartlarda hızlı bir gelişim göstererek Filistin yönetimine kadar ilerlemiştir. İlk silahlarını İsrail İç Güvenlik Birimi olan Shin Bet’ten satın aldığı1 kadar hakkında çeşitli iddialar bulunan Hamas örgütü barış çabalarına engel olmakla suçlanmaktadır (Chehab, 2009). Ayrıca halkla iç içe olmasının yanı sıra özgürlüklere verdiği ve savaş hukuku konusunda gösterdiği önem tartışmalara neden olmaktadır. Filistin meselesi baştan beri sadece bölge ülkelerinin değil küresel ölçekli güç merkezlerinin ilgi odağı olmuştur. Filistin adına en istikrarlı yıllar olan Arafat dönemi boyunca, yurt dışında yaşayan zengin Filistinliler hariç genel olarak hiçbir gruptan yardım almama politikası mücadelenin dış etki olmadan sürdürülebilmesini sağlamıştır. Mahmud Abbas’ın 2005’te ABD ve Kanada hükümetlerinden aldığı yardım sözünün bile neden olduğu sorunlar düşünülünce bu politikanın haklılığı anlaşılabilir. Arap Baharı’nın ardından gelen birleşme haberi mücadelenin yeniden kabul ve başarı kazanmasına neden olacak gibi görünmektedir. Ortadoğu’da kalıcı barışın sağlanması için gereken sağduyu ve meşruiyet bu haliyle sağlanırsa Filistin halkı kendi kaderini tayin edebilecektir.
Chehab, Zaki, Hamas, İkarus Yayınları, İstanbul 2009, Arka Kapak Yazısı Çevikalp, Mesut. (6 Şubat 2012) Arap Baharı El Fetih ve Hamas’ı da dönüştürdü, Aksiyon, 896
|